Karanlık bir yüzyılın sabahında, bir halkın sesi rüzgâra karışmadan kayboluyordu. Dağlar suskun, nehirler içine kapanmış, toprak derin bir sessizlikteydi. İşte tam da böyle bir ortamda doğdu direnişin ilk kıvılcımı. Kürdistan; bin yılların tanığı, medeniyetin beşiği olan bu kadim toprak, artık emperyalist ve kapitalist güçlerin cilalı çıkarlarıyla yoğrulmuş, zenginliği acıyla harmanlanmış bir coğrafyaydı. İki büyük dünya savaşının ardından dünya yeniden şekillenirken, haritalar değişiyor, halkların kaderi yeniden yazılıyordu. Ancak Kürt halkına biçilen yazgı, yokluk, sessizlik ve inkârdan ibaretti.
Soğuk Savaş’ın bitişi, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Real Sosyalizmin çöküşüyle dünya yeni bir döneme girdi. Bu kırılma anlarında ulusal kurtuluş mücadeleleri de yeni arayışlara yöneldi: Kimlik, hak, adalet ve özgürlük. Türkiye, bu dönemde ilkesizce NATO’ya bağlanarak bütün güvenlik aygıtlarını gladyocu, derin yapılara teslim etti. Ve bu mekanizmalar, yönünü Kürt halkına çevirdi. Sadece fiziksel değil, kültürel, psikolojik, hatta hafızasal bir savaş başladı. Unutturmak, yasaklamak ve yabancılaştırmak temel silahlardı. Asimilasyonun yeşil ve kızıl tonları, Kürt halkının üzerine kabus gibi çöktü.
Tam da bu koşullarda, tarihin dip akıntısından bir hareket doğdu: PKK. Sessizliğin hâkim olduğu bir Kürdistan sabahında, halkın en derin yarasından filizlendi. “Kürdistan sömürgedir” diyerek yalnızca bir tespitte bulunmadı; bu, bastırılmış bir halkın çığlığı, yasaklı bir varoluşun haykırışıydı. Çünkü sorunun adını koymak, çözüm yolunun da başlangıcıydı. PKK, bu cesaretle yola çıktı ve geriye kalan mücadeleyi dağlarda, şehirlerde, zindanlarda ve halkın kalbinde ördü.
Kapitalist modernite, yalnızca şehirleri değil, halkların direncini de şekillendirmeye çalıştı. Fakat Kürt halkı tarih boyunca direnç göstermişti. İlk çağlardan bu yana defalarca ayağa kalkmış, varlığını hep korumuştu. Modern çağda inkârın çemberi içinde nefessiz kalan bu halk için PKK, bir nefes, bir umut oldu. Bin yılların devletli, sınıflı, hiyerarşik sistemlerine karşı Mezopotamya’nın rahminden doğan Demokratik Modernite anlayışıyla alternatif bir yaşam modelini savundu. Kapitalist sistemin tek kutuplu ütopyasını reddederek, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hem söyledi hem de bunu pratiğe döktü.
Bu ideolojik yolculuk, salt bir silahlı direnişten öteydi. Kadın özgürlüğü, ekolojik denge ve halkların bir arada yaşama iradesi bu hareketin mihenk taşlarıydı. Neolitik hafızadan beslenen çizgi, bireysel iç özgürlükten kolektif bilince, dağlardan zindanlara uzanan çok katmanlı bir devrimsel yolculuğa dönüştü. Önderlik buna “ahlaki-politik toplum” adını verdi. Çünkü özgürlük sadece zincirlerin kırılması değil, aynı zamanda yeni bir yaşam biçiminin inşasıydı.
PKK’nin her günü direnişle geçti. Maskeli ve maskesiz tanrılara, baskının her biçimine karşı mücadele verildi. On binlerce kadın ve erkek şehit düştü, binlercesi tutsak edildi. 4.000 köy haritadan silindi, 17.000’den fazla faili meçhul cinayet yaşandı. Ancak bu acılar halkın hafızasından silinmedi. Şehitler, sadece geride kalan acılar değil, aynı zamanda yaşayanları dirilten kıvılcımlar oldular. “Heval” sözcüğü, artık sadece yoldaşlığı değil, yaşamın yeni biçimini ifade eden bir toplumsal bağ haline geldi.
27 Şubat 2025, yeni bir dönemin habercisi oldu. Direnişin özü değil, biçimi değişti. Klasik çatışma yöntemlerinin yerine Demokratik Modernite pratiği yerleşti. Bu model, barışçıl bir toplumu inşa etmeyi, radikal demokrasiyle örgütlenen bir halk gücünü öneriyor. Merkeziyetçi yapılar zayıflarken, doğrudan katılıma dayalı, yerelden örgütlenen demokratik bir toplumsal yaşam modeli gelişti. Ezilen halklar için yalnızca bir umut değil, bu umudu hayata geçirme cesareti de doğdu.
PKK’nin 12. Kongresi, bu ideolojik derinliğin somut göstergesiydi. Her ne kadar bazı çevrelerde bu kongre duygusal bir boşalma yaratmış olsa da, gerçek anlamda stratejik derinliğe ulaşmak için değişim ve dönüşüm şarttı. Halklar önderinin “süreçten umutluyum” sözleri, bu boşalmayı ideolojik ve politik mücadele birliğine dönüştürdü. Kürt halkı, demokrasi güçleri, insan hakları savunucuları ve özgürlükten yana olan tüm kesimler, bu sürece sahip çıkarak yeni yaşamı pratikte inşa etme iradesi gösterdi.
Ancak bu süreci anlamayan, anlamak istemeyen bazı odaklar, yüzeysel yorumlarla süreci gölgelemeye çalışıyor. Halklar önderi ise 27 Şubat’tan bu yana dile getirdiği tüm fikirleri kavramsal ve kuramsal bir çerçevede ortaya koydu. Demokratik Modernite ruhunu içselleştiren herkes, bu süreci doğru okuyarak ve ciddiyetle yaklaşarak zaferle sonuçlandıracaktır. Mücadelenin biçimi değişebilir, ama özü kalıcıdır. Tıpkı şehit Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun’un yaşam çizgileri gibi, bu mücadele zaman ve mekân tanımaz. Çünkü hakikatin peşinden gidenler için sınır yoktur. Özgürlüğün dili bir türkü gibi dilden dile yayılır, kalpten kalbe akar ve yaşam olur, sürer.
Bugün Türkiye’de ahlaki çöküşün, toplumsal parçalanmanın ve gerçeğin çarpıtıldığı bir atmosferde; PKK’nin yürüyüşü sadece Kürt halkının değil, tüm halkların geleceğini yeniden şekillendirmektedir. Demokratik modernite artık yalnızca bir düşünce değil; yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak bir hakikattir. PKK’nin mücadelesi, sadece Kürt halkı için değil, bütün ezilenler için bir aydınlanma kaynağıdır.
Bu hikâye henüz bitmedi. Bugüne dek kazanılanlar yalnızca bir fragmandı. Asıl roman şimdi yazılıyor. Bu roman sadece bir örgütün değil, tüm insanlığın özgürlük ve onur yolculuğunun anlatısı olacaktır. O anlatıda Kürt halkı, ayağa kalkmış bir halk; PKK ise zamanın tanıklığında büyüyen bir irade olarak yerini alacaktır.
Bu doğrultuda, halklar önderinin 27 Şubat’ta ilan ettiği manifestonun yaşama geçirilmesi, kalıcı barış ortamının tesisi açısından tarihsel bir zorunluluktur. PKK, gerçekleştirdiği kongre ile üzerine düşeni eksiksiz yerine getirmiştir. Şimdi sorumluluk devlete aittir. Terörle Mücadele Kanunu başta olmak üzere, eşit yurttaşlık hakkını teminat altına alacak yasal düzenlemeler yapılmalı; darbe yasaları lağvedilmeli; demokratik, özgürlükçü bir anayasa hazırlanmalıdır. Murat Karayılan’ın da belirttiği gibi, artık çözüme dair adımı atması gereken devlettir.
Romanın sonu henüz yazılmadı. Ama yeni bir başlangıcın, halklar arasında onurlu ve özgür bir yaşamın mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü mücadele devam ediyor – ve bu defa, yalnızca direnmek için değil, birlikte yaşamak için.