Oturduğumuz mekan, tarihi bir han olup, sürekli üzerimizde, inadına inadına barışa kanat çırpar gibi uçuşan ak güvercinler, gökyüzünden yeryüzüne süzülürken, beyaz tülbent giymiş, yürekleri acılı birer barış annesini andırıyorlardı adeta
Bir arkadaşımla, bu coğrafyanın tarihsel sürecini tartışıyoruz, tarihe yüzyıllardır tanıklık eden tarihi bir hanın içinde.
Anahtarları derin ellere emanet, Devlet-i Aliye’ nin kozmik odalarının tozlu raflarında titizlikle muhafaza altına alınan ve de bağımsız tarihçilerden “derin” bir sır gibi korunan, saklanan yazılı tarihimiz, yolsuzluklar, siyasi cinayetler; farklı halklara, kültürlere, inançlara yönelik baskılar, ötekileştirmeler; adaletin/hukukun iğdiş, doğanın talan, çevrenin tahrip edilmesi; sansür, inkar ve imha, ret ve asimilasyon politikaları ile hep anılıyor, diyorum.
“Yüz yıldır, hep aynı iftiralar, hep aynı dedikodular!, Eh! Ne yapasınız, tarihçilerin ağzı torba değil ki büzesin. Bence af dilenmeli, tarihle yüzleşilmeli” nakaratını bu kez kendisi tekrarlayarak, kendine has muzipliği ile ironik bir yanıt veriyor arkadaşım gülümseyerek.
Ey, Eziz kardeşim! Cumhuriyet öncesini olaylarla yüzleşemeyen devlet geleneği, Cumhuriyet sonrası ile yapılanlarla yüzleştiği nerede görülmüştür. Zaten ben hep bu olaylarla büyüdüm, büyütüldüm. Ancak, bu anlatılanların bir masal ninnisi olmadığını büyüyünce öğrendim, diye cevap veriyorum, ideolojik kirlenmeye kapalı beynimin komutuyla.
Sonra sözüme devam ediyorum:
Bir toplum düşün. Yaşadığı ülkedeki asırlardır süren garip olaylar silsilesinin tuhaflıkların, ya farkında değil ya da farkında olup tuhaf bir şekilde görmezden geliyor, sesini çıkarmıyor, kulağının üstüne yatıyor, dedim.
Haklısın, dedi arkadaşım.
Buna en büyük neden, Cumhuriyetin başlangıcı ile demokrasiden hiç nasibini almamış, faşizme, her türlü gericiliğe bulaştırılmış/alıştırılmış, itiraz etmeye yeminli toplumsal realitenin rolü de az buz bir durum değildir! Bu kesimin, nüfusumuzun üçte ikisini oluşturmasındaki gerçeklik unutulmalı. Yakın tarihimize bakarsak, Demokratik Toplum anlamında hiçbir şeyin lehe değişmediğidir, diye karşılıklı yorum yaparak tartışmayı sürdürüyoruz.
Dedim ya, oturduğumuz mekan, tarihi bir han olup, sürekli üzerimizde, inadına inadına barışa kanat çırpar gibi uçuşan Ak Güvercinler, gökyüzünden yeryüzüne süzülürlerken, beyaz tülbent giymiş, yürekleri acılı birer Barış Annelerini andırıyorlardı!
Sohbetimiz sürerken, arada bir önümüzdeki kaçak çaydan birer ikişer yudum almayı da ihmal etmiyoruz.
En çok neye şaşırıyorum, diye bir kez daha lafa giriyorum:
Son bir yıldır, farklı farklı anket şirketlerinin yaptıkları ve kamuoyu ile paylaştıkları sonuçlara göre: AKP ve MHP’ nin başını çektiği Cumhur İttifakının oylarının eridiğini, buna mukabil CHP ve İYİP’ in başını çektiği Millet İttifakının oylarında artış olduğu, özellikle de derin sistem tarafından MHP’nin rötuşlanarak vitrine sunulan fotokopisi İYİ Partinin oylarında da“muazzam” bir artış olduğu yazılıp çizilmektedir. Şaşırtıcı olmayanı da(Bana göre); göçmen düşmanlığı üzerinden ayrıştırıcı, ötekileştirici politik bir dil tutturan Zafer Partisinin (İYİP’ ten ayrılan) oylarında yaşanan ‘muazzam’ artış neyi ifade ediyor, bu eşyanın tabiatına aykırı bir durum değil mi, bunca ekonomik sosyal yıkıma rağmen, aynı ideolojinin fotokopisinden hâla medet ummak, diye soruyorum?
Arkadaşım: Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu coğrafya yüzyıllardır, bu ideoloji ile sulanıyor, besleniyor, manipüle ve bu ideoloji altında konsolide ve kontrol ediliyor. Ya TV’ lerdeki toplumu ahlaksızca manipüle eden, insanları aptal yerine koyan dezenformasyon programlara, haberlere ne demeli, diyerek beni tamamlıyor.
Devam ediyor: Bir yandan, önceki iktidarların devamı olan yirmi yıllık iktidarın bütün başarısızlıklarını, yetmezliklerini, yöneteme hallerini aklamaya çalışan havuz medyası ve ona yakın TV’ lerdeki absürt çaba, diğer yandan Cumhur İttifakına karşı kamuoyunun bir kesimi tarafından Beş Benzemez diye tabir edilen ve konuşmacıları tarafından, geçmiş günahları, suçları üzerine sünger çekilerek görmezden gelmemiz istenen partilerin oluşturduğu Altılı Masayı savunan Ulusalcı/milliyetci TV’ ler, ki bana göre hepsi beş benzer. CHP’nin gerçek demokrat kesimini tenzih ediyorum. Her türlü izandan, vicdandan, ahlaktan azade edilmiş tartışmalar, küfürler, hakaretler gırla…
Peki, bu da şaşılacak bir şey mi sana bana göre? Yoksa, beklediğimiz gibi her şey, kendi ideolojik akışı içinde mi, diyerek gözlerime bakarak soruyor.
Biran durgunlaşıyorum, aklımdan Cemal Süreya’ nın; Dostoyevski’yi okudum, ondan sonra hiç huzur kalmadı bende, sözleri geçiyor.
Haklısın. Ayrıca bu konuda da sana katılıyorum. CHP içindeki demokrat kesimleri bende dışarıda tutuyorum, çok değerli arkadaşlarımız var, diyerek araya giriyorum.
Devam ediyor: Bol küfürlü, yumruklu, tekmeli, aksiyonu bol, tekrarını YouTube’ den izlediğim TV 100’ deki kavga olayı ne ilk, ne de son örneği olacak. Orada kullanılan dil ve yaşanan kavga, her türlü seviyeden, saygıdan, tartışma kültüründen uzak, şiddet ve öfke barındırıyordu. İzlerken, şaşırmadım adeta ürperdim. Yukarısında kavga edilen bir ülkede, aşağıdakiler niye kavga etmesinler ki?
Bir kez daha araya giriyorum: Bu ayrıntıyı atlamayalım. Emekli olduktan sonra ülkesini, Avrupa’yı, Dünyayı karış karış gezecekken, promosyon peşinde banka banka dolaşan, koşturan emeklilerimiz de bunların en büyük destekçileri değil mi? Bütün dünyanın Antropologları, sosyologları bir araya gelse, bu toplumsal sosyolojik, umutsuz vakayı çözebilir mi sence, diye soruyorum?
O, cevap olarak anlatmaya devam ediyor ama, ben o’nu dinlerken tartışmadan kopuyorum. Taa, zihnimde, gençlik yıllarıma doğru yolculuk yapmaya başlıyorum…
O susuyor, farkına varmadan, ben başlıyorum sesli olarak arkadaşıma aktarmaya:
Kırk, kırk iki yıl kadar öncesi… Tek kanallı TRT’ nin tek başına Bolu Beyi olduğu dönemler… Henüz yirmili yaşlardayız. Bilmem hatırladın mı, tüm ülkede, herkesin nefesini tutarak izlediği Dallas dizisini?
Teşbihte hata olmaz dostum, diyerek anlatmaya devam ediyorum…
Gösterimi 13 yıl süren Amerikan pembe dizisinde, Charlene Tilton tarafından canlandırılan Lucy Ewing Cooper karakterini, o dönem diziyi seyredenler hatırlayacaktır. Haşarı, haşarı olduğu kadar çekici, çekici olan Lucy, aklına koyduğunu yapmaktan çekinmeyen, elde etmek istediği erkeği çok çabuk elde eden, ailenin en küçüğü ve en çapkın olanıdır. Tabi ki, dizide, Lucy “ahlaksız kadın” imajıyla izleniyor, izleyen büyük çoğunluk tarağından! Hatta “Kanlı Nigar” diye isimlendirenler de yok değildi… On üç yıl süren dizinin sonuna kadar, çetelesini tutmadım, ama hayatına birçok erkeğin girdiğine şahit olmuştuk Lusi’nin. Toplum, bir bütün olarak dizinin etkisinde kalmış, haftada bir yayımlanan dizininin bir sonraki bölümü iple çeker olmuştu.
Bu arada, sanırım, barışa olan özlemimizden olacak ki, yoğunlaşan kanat çırpma seslerinden, gökyüzüne bakmaktan kendimizi alı koyamıyoruz. Ak Güvercinler, gökyüzünde inadına inadına üzerimizde kanat çırpmaya devam ediyor.
Anlatmaya devam ediyorum:
İyi hatırlarım…
O dönemlerde, kadınlar arası kavgada, sır kalması gereken özel hayatlar sır olmaktan çıkıyor, birbirlerine“Lucy(Lusi), Lucy, Lucy!” diye, karşılıklı, bütün bildiklerini, ortalığa faş diye saçıyorlardı. Dallasdizisinin etkisinden kurtulana kadar, bir on beş yıl kadar sürdü bu durum.
Neyse, çok da detaya girmeyeyim.
Ama, ilk başlarda birer mizah halini alan küfürleşmeler, sonraları tekrarlana tekrarlana kabak tadı vermeye başlamıştı. Şimdilerde ise çoktan unutuldu gitti.
Belki kötü bir örnek. Neden bu örneği verdim, gibi bir soru gelecektir aklına. O zaman anlatmaya devam edeyim:
Bugün yaşadıklarımız ile son günlerde TV’ lerde yaşanan olayları yan yana getirdim zihnimde. Kendilerine gazeteci, yazar, akademisyen, terör uzmanı, savaş uzmanı, Ortadoğu uzmanı, stratejist diye yutturulmaya çalışan kişilerin, birbirlerini suçlarken söyledikleri sözler, yaptıkları nobran hareketler, söylem ve eylem biçimi, gençliğimde şahit olduğum ve yukarıda anlattığım Dallas dizisindeki Lusi’ nin özel yaşamına atıfta bulunarak “Lusi! Lusi!” li kavgalarına ne kadar benziyor değil mi? Utanma yok, sıkılma yok, dilde de terbiye yok!..
–Hem Cumhur İttifakı, hem Millet İttifakı adına TV programlarında, yukarıdaki kendilerine paye biçen unvanlı şahıslar, birbirlerini karşılıklı suçlarken kullandıkları; bildik, yabancısı olmadığımız, Papağan gibi sürekli tekrarlanan, ancak artık çoktandır kabak tadı vermeye başlayan seviyesiz, bayağı, faşizan dili hatırlatayım:
“Abdullah Öcalan’la görüşen siz değil miydiniz”, “Osman Öcalan’ ı TRT’ çıkarmadınız mı”, “Habur’ da çadır özel mahkeme kurmadınız mı”, “Şivan Perwer’e ‘Meğri Meğri’ yi söyletmediniz mi”, “Berzani’ yi kırmızı halı ile karşılamadınız mı?”, “Çadır Devleti”, “Çözüm Süreci Saçmalığı” gibi bilinçli kurulan hezeyan cümleler, aslında bir yerde bilinçaltından, Kürtleri ve başka halkları aşağılayan mikro/makro milliyetçiliğin/ulusalcılığın bir bakıma dışa tezahürüdür…
–Barışa, halklar arası diyaloga hiçbir katkısı olmayan, “ben senden daha milliyetçiyim, ben senden daha ulusalcıyım” rekabeti demeyeyim ama yarışı son hızla devam ediyor, diyorum.
Arkadaşım: Çok güzel betimledin, gerçekten aynen öyle, diyerek hafiften bana tebessüm ediyor.
Tarihi hanın ortasında bulunan minik havuzun fıskiyesinden gökyüzüne doğru berrak berrak fışkıran suyun sesi kulağımıza kadar geliyor… Bu arada, sohbetin ortasında, garson, ikinci, demli kaçak çayı biz istemeden koyuyor önümüze.
Arkadaşım bu arada itiraf ediyor. Kadınların kavga ve sinir anında birbirlerine “Lusi, Lusi” diye hakaret edip, küçük düşürmeye kalkıştıkları anı anlatırken, gülmemek için kendini zor tutmuş. O gün bize komik gelen olaylara çünkü kendisi de şahit olmuş, gençliğimiz farklı farklı kentlerde geçmesine rağmen.
Hafif esen poyrazın sağa sola sallandırdığı ağaçların altında, hışırtı içinde, hazanın habercisi sararmış sonbahar yaprakları üzerimize yağa dursun, bu arada 3.bardak çaylarımızı yudumluyoruz.
Madem 3.bardak çaylarımızı yudumluyoruz, o zaman sohbetimizi siyasete ve tabi ki 3.yola getiriyoruz.
Tek toplumsal kurtuluşun, tek çözümün 3. Yol olduğu, 3. Yola sırtını dönen toplumun büyük bir bölümünün, açık faşizmden ılımlı faşizme geçmenin sıkıntıları arasında, fazlasıyla acısını, zorluğunu yaşayarak göreceğini, bu kötü yoldan çıkışın, toplumsal kurtuluşun sosyalizmde ısrar etmekten geçtiğini, çünkü sosyalizm de ısrarın, insanlıkta da ısrar olduğu konusunda hemfikir sahibi oluyoruz.
Tarihi bir hanın avlusunda uzun süredir görmediğim arkadaşıma tesadüfen denk gelmiştim. Tekrar en kısa zamanda buluşmak sözünü vererek, yine biz istemeden, 4.bardağımız da geliyor küçücük, sıcak masamıza…
Bir an, müzik dinleme ihtiyacı her ikimizin ruhunda beliriyor. Cep telefonumda yüklü Spotifay’ da Praksis Müzik Grubu’nu buluyorum. İkimize gelsin, diyerek ilk şarkıları çalmaya başlıyor:
“İşler sarpa sararsa/susarsın bazen/Her şey üst üste gelir de kaçarsın bazen/İzler hayra değilse/düşersin bazen/Korkarsın bazen/ağlarsın bazen/İşler sarpa sararsa, sorarsın bazen/Her şey üst üste gelir de kalırsın bazen/İzler hayra değilse, gülersin bazen/Yürürsün bazen, ararsın bazen/Geçit vermez yollardan/Bu karanlık sulardan/Bir gün geçilir elbet/Bir gün geçilir elbet/Bu dünya olmamış hiç/Yıkıp yapmalı baştan/Yıkıp, yıkıp yapmalı baştan!”
****
NOT: Gençliğimin önemli sanatçısı İlhan İrem’i kaybetmenin ben de yarattığı hüznün tarifi yok. Halen de zaman zaman duygusal anlarımda dinlerken, ruhumu dinlendirirdim onun şarkılarıyla. Işıklar içinde uyusun.