Bir Ana, bir evladı 9 ay boyunca karnında taşır.
Duygularıyla besler onu ve dünyaya getirir.
Çocuk, dünyaya gelir gelmez Anasının dili ile tanışır.
Çünkü Ana, kendi dili ile ninniler söyler çocuğa.
Şarkılar söyler, masallar anlatır.
Çocuğun kulaklarına değen ilk dildir bu.
Anasının diliyle beslenir çocuk.
Anasının diliyle yeşerir.
Anasının dili ile oyunlar oynar, güler, ağlar.
Rüyalarında o dille konuşur.
Uzun sürmez, az büyüdü mü okula başlar çocuk.
Gittiği okulda başka bir dil öğrenir.
Bu dil onun eğitim dili olur.
Genel anlamda da resmi dili.
Resmi dili, hayatının birçok yerinde kullanmaya başlar bu kez.
Girdiği arkadaş ortamlarında, atıldığı ticarette, eline aldığı kitapları okumada, hatta belki bir şeyler karalamada…
Ama öğrendiği ilk dil olan Anadilini de her zaman kalbinde taşır.
Hep can içi ile konuşmaya devam eder o dili.
Sonra bir gün, birileri çıkar; Anasından emdiği dili hiçe sayar.
Nasıl mı?
Yakın zamandan iki örnek vereyim.
Çocuklara resmi dili öğretmek adına kolaylık olsun diye çocuğun anadiliyle bazı sözcükler kurarak dersi anlatan öğretmen, başka bir okula sürgün edilir, maaşı dahi kesilir.
Ya da birkaç kötü yetiştirilmiş öğretmen, Kürtçe, “Hoş Geldiniz” yazan tabelanın karşısına geçip vicdani hiçbir literatürde ahlaka sığmayan hareketlerle fotoğraf çekilir.
Geçmiş tarihten kabuk tutmaz iz bırakmış, daha neler var.
Onları da kabaca şöyle okuyabiliriz.
Misal; Musa Anter’in ‘Kürtçe ıslığı’ndan başlarsak okumaya, bir dönem toprağın altına gömülen şarkı kasetlerinden devam ederiz. Sonra bugün sokak ortasında Anadilini konuştu diye dayak yiyenlere kadar geliriz. Hele hele Kürtçe müziği kent belediyelerine ait salonlarda yasaklayan belediye başkanlarına kadar bile gideriz.
Bu dil mevzusunu, en baştan bir okuyun derim.
Göreceksiniz, hayatınızın en uzun okumalarından biri olacak bu.