iki saat önce de aynı sokaktan geçmiştim. tişörtü terden renk karışımına dönmüş adam hala aynı yerde oturuyordu. belki de iki saat değil de çok saat öncesinde sinmişti oturduğu yere. omuzları büzülmüş, saçları sakallarıyla yarışır halde uzamıştı. tiksinti verici bir durum bu benim için. bana benziyordu. banabenzediği içindi bu duygu. tiksinti veren o an orada kendi içine gönenmiş adamın sözlerle dile getirdiğim portresi değil, büsbütün acımasızlığı hayatın. insanların hala aynı deli yoksulluğunu yaşıyor olması. bu modern köleliğin ötesinde en dip köleliğe tutsak insanların, hayatın her yönünden darbe alıyor olması.
yakınına doğru yürüdüm. hayatın en çirkin kokularından biriydi burnumu kesen. bu koku bana bir ömrün ne kadar çaresizliklerle boğuştuğunu anlatıyordu. anlamak anlamsızdı. kalbimi titreten bir duygu sarıyordu tüm bedenimi. cebimde tüm inceliği ile duran zehirden bir tane çıkarıp ateşledim. ilk nefesi, zehri ateşlerken aldım. dudaklarımın kuru kıyılarından ciğerlerime dolan zehir, yine aynı sadelikle dudaklarım arasından kirli hayata doğru süzülüp yok oldu.
adama bakmaya, hayata tüm nefretimle sövmeye başladım. evvel zaman sayfalarına karışmış bir günde, sokak ortasında iki sarhoş arkadaşımla yayvan adımlarla yol aldığımız bir anıyı yakaladı beynim. fotoğraf albümünü çevirir gibi çevire çevire izletti göz perdelerimin ardından. sarhoş ve şair arkadaşım kadir, o dönemler her zaman ki gibi geceye küfürler savuran, sesi ince yapısından gür olan leyla ile karşılaşmamızda, leyla’nın kulağına eğilmiş cırtlak sesiyle,“bu hayat sence nedir?” diye sormuştu. leyla da, “hayat oruspu ben de asil oyuncusuyum” demişti. evet; leyla o anıyı yaşadığımız günden bir hafta sonra intihar etmişti. gözperdelerimin ardında hala kayıtlı; capcanlı bir şekilde yaşıyor anısıyla, en canlı gülüşüyle. sözü de aynı şekilde hayatta her gün, her saniye asil oyuncuların gülüşünde, sözlerinde, duruşunda hatta ve hatta bakışlarında yaşıyor.
karşımda duran adamda olduğu gibi. onun durgunluğunda, yok saymasında her şeyi, kendini bile. ben hala aynı mesafede durmuş bir elimde sönmeye yakın duran sigaramla adamı izlemeye devam ettim. devam edercesine hayatı izlemeye. kendimi izlercesine, izledim. hayat, karşımda duran adamın üstündeki tişörtün bulandığı terdi benim için. hayat, karşımda duran adamdan bana doğru esen o en iğrenç kokuydu. hayat,büsbütün oruspuydu.
daha fazla irdelemeden düşüncelerimi, adamı da hayatı da orada bırakıp kalabalık caddelerin tin tin yalnızlığına aktım. insanlar, yanımdan belirli mesafeler koruyarak yürüyordu. gözler üzerimdeymiş gibi hissediyordum, başım yere eğik yürüdüğüm halde. ama yanılgı değildi. insanlar, o kalabalıkların sahipleri bana bakarak, iğrenerek geçiyorlardı önümden. ben bir insandım. 40 yaşlarında; saçım ve sakalımla hayata karşı sert bakışlarımla uzamış, terli tişörtümle tüm kötü kokuları etrafa saçan, insanlara “hayat orupudur, ben de asil oyuncusuyum” sözünü uzatan. iğreniyordum hayattan; insanlar da benden. ama iğrenecekleri ben değil, hayattı. iğrendiklerinde hayattan, iğrenmeyi öğreneceklerdi kendilerinden.
tüm kalabalığı aşıp o her renkten bakışların arasından sahil boyunca uzanan envai çiçek kokularının süzüldüğü kordona vardım. kordonda ayakuçlarımla bastığım bir yazıda, “hiçbir kirlilik, bir başka kirlilikle yıkanmaz” yazıyordu. hangi en akıllısı dünyanın yazmıştı bu sözü, bilmiyorum. attığım kararlı adımların ardından denizin kıyısında oturup, bir süreliğine kucaklayıcı dalgalarına bıraktım istismara uğramış tüm duygularımı.
akıp giderek, sonsuz maviliğe daldım.
akıp giderek…